Translate

20 Şubat 2014 Perşembe

SELAM


İnsanların yaşam amaçları varoluş nedenlerini bulmaktır derim hep.

 Hiçbir şey yoktan var olamaz ve vardan yok olamaz. Bu durumda dünyanın toplam enerji dengesi  dünya var olduğundan bu yana aynı olmalı.  Maddesel dönüşümlerle form değişiklikleri oluyorsa toplam enerji sabit demek doğru olmalı. Yani en işe yaramaz dediğiniz insan bile dünya dengesini sağlamakla görevli... Bu durumda ister kadere inanın ister inanmayın. dünyada hiçbir şey tesadüfen olamaz. Sevdiğim bir laftır: "insanlar plan yapar Tanrı da gülermiş"...

Günlük koşuşturmada o kadar benmerkezci yaşıyoruz ki sadece tanıdıklara değiyor gözlerimiz, bir selamı bile paylaşmak gelmiyor aklımıza. Sabahları "günaydın" diyerek bir gülümseme hediye etmeyi çok görüyoruz dünyaya... Bugün annemle hastaneye gidiyorduk. Yolda  çalışma varmış araba giremediğinden kısa da olsa bir yolu yürümek zorunda kaldık. Genel hastalık hali ruhiyesi içinde yürürken durdu, karşıdan gelen yaşlıca teyzeye "selamünaleyküm" dedi gülümsedi. Teyze de selamı aldı ve gülümsemeyle cevap verdi... Yaşam bir kaç saniye donduruldu ve herkes yoluna devam etti...  Beni bu kadın büyüttü... ama ben bunu yapamıyorum, çünkü benim çevremde tanımadığın bir insana Allahın selamını vermek ve verilen selamı almak  alışılmış bir durum değil.. Neden kuru bir  "günaydın"  bile diyemiyoruz tanımadığımız insanlara...

Güvenmiyoruz kimseye....
Kendimizi çok önemsiyor olduk...
Dünya hep bizim etrafımızda dönüyor...
Bizim zamanımız kıymetli...
Yapacak çoookk işimiz var...
Hiç zamanımız yok..

Tam da bu noktada güzel bir aborjin (Avustralya yerli kabile insanları) hikayesi paylaşmak isterim sizinle;

"Avrupalı bir araştırmacı kabile hayatını görüntülemek ister.  Şeften izin alır ve işini tamamlar. Geri dönmek için yol gösterecek şefle yola çıkar. Araştırmacı hızlı adımlarla yürüyerek, teknolojinin nimetlerinden uzak kalmanın stresi ile bir an önce gercek! hayatina kavusmak isterken, şef arada bir çömelerek oturur ve konuşmadan bekler. .. Bir kaç tekrardan sonra avrupalı dayanamaz ve nedenini sorar. Yerli Şef der ki, çok hızlı gidiyorsun, ruhumun bedenime yetişmesi için gereken zamanı veriyorum. Aksi halde varlığımızın düzeni bozulur, ruh bedene ulaşmak için çok yorulur; ruhsuz beden kimliksiz kalır....."


Mutlu olmak için biraz yavaşlamak ve bedenimizin ruhumuzla dolmasına izin vermek gerekiyor. İslamiyetteki 5 vakit namazı böyle yorumlarsak felsefe kendini doğruluyor.  Her şeyden uzaklaşıp ruhun bedeni yakalaması için gerekli arınmaya zaman vermektir bir bakıma namaz kılmak...

Farkediş: Tüm dinlerin temelinde bu zaman ayrımı vardır. Tanımı ayrı da olsa, farklı isimlerle de anılsa, amaç hayata bir virgül koymaktır bence...

Sevdiklerimizi düşünmek, yüzünüzde gülümse oluşturacak programlar yapmak ve bunları hayata geçirmek için zaman ayıralim..  Nefes alabildiğimiz her anın vergisi gibi düşünerek bu kadarcık mutluluğu çevremize yaşatalım, fark  oluşturalım.

Her tebessüm zamanla katlanarak yayılacak ve asık suratlar dünyasında tebessümle yayılan "günaydın"ların gücü var olacak.. Yarınlara mutluluk tohumu önce bizden başlasın.. Çocuğumuza miras bırakabileceğimiz güzel anılarımızdır bizi hatırlanabilir kılacak gerçeklik.

Sevgiyle ve bol tebessümle sağlıcakla kalın...:)











18 Şubat 2014 Salı

SAMİMİYET



Ne zordur arada kalmak.

Hissettiklerimiz ile yapmamız gerekenler arasında kalmak...
Beklenenler ile yapmak istediklerimiz arasında kalmak...
Söylemek istediklerimiz ile söylememiz gerekenler arasında kalmak...
Yapmak istediklerimiz ile zorunda olduklarımız arasında kalmak... Zor gerçekten...

Erkek olmak bu noktada işi  kolaylaştırıyor, daha bir kabul görüyor yapılanlar. Erkeklerden incelikler beklenmiyor ya, belki de ondan:) Daha içleri dışları bir... Daha oldukları gibiler. Eğip bükmüyorlar konuyu. Ya siyahtır ya beyaz... Grinin tonları yok hesaplarında... Kadınlarda ise grinin 50 tonu...:))))))))

Kadın olarak geçtiğimiz kültürel eğitimde, toplumsal beklentilerde de bize  zarif olmak adına gerçekleri saklayabilme sanatı öğretildi. Yalan mı?...

Her ne kadar İslami öğretilerde de karşınızdakinin kusurlarını görmezlikten gelmek olsa da dedikodunun bu kadar yapıldığ yaşamlar arasında bunu 'es' geçebilirim....:((





Önce gerçekleri söyleyecek cesareti bulup karşımıza oturtalım. Samimi olalım ve bu yazının devamını öyle  getirelim, bakalım ne kadar cesuruz. Söz veriyorum aramızda... :)))





Kıyafetini beğenmediğimizi, arkadaşımıza değil de fikrimizi O'nun olmadığı ortamda söylemeyi tercih ederiz. Bunu geçtim, ruju dişlerine bulaşmiş arkadaşlarına bunu söyleyemeyenlerimiz vardır. Yok mu.?.. Ben kendimi aynada gördüğümde 'neden kimse uyarmadı' diye acayip kızardım ama kızmıyorum artık.. Çünkü mutlu olmak olduğu gibi kabul etmekten geçiyor insanları.. Kadınlar böyle... o kadar.

İğne çuvaldız hikayesinden ilerlersek, pantalonunun fermuarı açık kalmış bir bey gördüğümüzde ''kimse mi, görüp uyarmadı, hay Allah...'deriz ve yine bir şey söyleyemeden geçeriz. Ben inanıyorum ki erkekler bu detaylara bakmıyorlar, baksalar kimse çekinmez söyler eminim. Önemli değil ki onlar için... Detayları önemseyen ve utanma hissi ile büyütülen tür, biz kadınlarız...

Hayat, insanlari oldukları gibi kabul edebilince daha çekilir oluyor... Dünyanın her yerinde geçerli bu kural... Çok takmamak gerekiyor.
 
Samimiyet dediğimiz şey, samimi olmak gerekirse samimiyetsiz bir durum. Bazan kıskançlıkla, bazen de çıkmazlarla beslenen bir kavram.


Kayınvalide ile anne mesela... Sevmek değer vermek baska. "Sonuçta herkesin iki annesi, iki babası vardır" diye büyütülmüş bir beyinle yaşıyorum ve bundan mutluyum...

Yıllar sonra, tekrar  "baba" diyebileceğim bir babamın olması paha biçilemez. ... Konuyu toparlamak gerekirse; sevmek,  değer vermek başka... ama her noktada herkesle ayni samimiyeti kuramazsınız, bunun nedeni sadece büyürken karşı karşıya kaldığımız öğretilerimiz... Beyin kodlarımız... Hayata geçirmemiz, sahiplenmemiz beklenen "aman kimse üzülmesin" felsefesi...


 
Genel fark ediş: Gelinler  kayınvalidelerine çok benzerler... Biraz karışık gelebilir ama üzerinde hemfikir olacağınıza eminim.... Kızlar babalarına aşık büyürler ve babalarına benzeyen insanlarla evlenmek  isterler.. (kabul etseniz de etmeseniz de bu %90 doğrudur, istisnalara takilmiyoruz...:)) hali ile evleneceği kişiyi yetiştiren kişiye benzemeleri de kaçınılmazdır...

Bugün uçan halımız bu kelimelere değdi.. Aslında bambaşka farkedişler varda kelimelerle buluşmayı bekleyen... Olsun gerisi, ömrümüz oldukçe, gelir.. kelimeler takılırsa dallara ordandan yol olursa sizlere... Ne mutlu bana....:))




Mutlulukla, Sağlıkla Kalın...












15 Şubat 2014 Cumartesi

AŞK MI SEVGİ Mİ?...



Kaç zamandır sevgi  üstüne yazı yazmaya niyetleniyor ama yazamıyorum.
Sevgiyi hissetmenin kimyasından olsa gerek, bir şeyler zorlanmaya baslarsa, tepkime olmuyor:)

En yalın hali ile askı, sevginin şehvetle karışması diye tanımlıyorum.

Kim olduğu bir türlü bulunamayan İsveçli bilim adamları açıklamış: 'askin ömrü 17 ay, sonrası sevgi'...:) Demek ki beyin 17 ay boyunca kendini kandırma gücüne sahip. Yani yapılan her hareketin, her sözün  arkasına bir anlam yükleyebiliyor insan.  "asla" dediğimiz pek çok şeyi bir anda "olabilir" kılabiliyor.
Yani en bilinen tabirle 'gözlerimiz kör oluyor' Sonra bir sabah uyandığımızda, (muhtemelen 17 ay sonra:))  yanınızdakine bir yabancı gibi bakabiliyoruz. Aşkla karşıladığımız her şey batmaya başlıyor, bazı sözler canımızı yakmaya başlıyor ve şikayetler artıyor.......
 Bu genelde yaşanan, standart ilişki süreci. Tersini söylüyorsanız, demek ki biraz daha zamanınız var..

Benim asıl cevabında tereddüt ettiğim nokta;  'cazibe' ortadan kalkıp başka bedenlere saklandığında, nedir insanları bir arada tutmaya devam eden şey? Alışkanlık mı, vazgeçiş mi?

Güven limanında sakin hayatın çekiciliğine alışıp sadakat duygusuyla frenlenmek mi, yoksa şehvetten vazgeçiş ile gelişine yaşamayı tercih etmek mi. Bu ikisinde de özgürlüğün dayanılmaz ağırlığından kurtulmak vardır aslında. ..

Sonuçta; sizin tercihiniz ne olursa olsun, oyunun kuralları hep aynı...  İlk günlerdeki gibi kalbiniz yerinden çıkacak gibi çarpmayacak, kusursuz olmak için çabalarınız azalacak.. İlişkinin başlarındaki tüm hazırlıklar O'nun için iken, sonraları 'gidilecek yer'e göre şekillenecek.  Tüm sahtekarlıklar için sarf edilen cabalar azalacak:)..

Zamanla, olduğunuz gibi kalıvereceksiniz. İki -özüne dönmüş- insan olarak...

Aslında değişmiyorsunuz ve değiştiremiyorsunuz. Zaten hep aynıydınız... Sadece çabalar yerini rahatlığa bırakıyor. Çünkü şehvetin heyecanı, alışmakla vazgeçişler arasında eriyor. Hazırlanıp gece dışarılara çıkmaktansa evde kalıp pijamalarla ayakları uzatmak  daha rahat geliyor. Topuklu ayakkabılardansa terlik keyfi yaşamak tercih edilir oluyor.

 Şaşırıp kendinize kızmayın normal süreç bu... Şikayet döneminde dikkat edin de, sadece karşı tarafın çabalarındaki azalmayı eleştiriyor olmayın...:))

İstediğiniz an o kadar çok neden bulabilirsiniz ki, (kendinizi kandırdığınızı anladığınızda) şaşar kalırsınız.....İşin yorgunluğu, çocuk-lar, diziler, yemek yapmak, temizlik, komşular, misafirler.... yaşam renginize göre binlerce neden buluyorsunuzdur, ya da bulacaksınız....

Eğer hala 17 ay içindeyseniz tadını çıkartın... Her anını özel kılın;  kılın ki sonrasında elini tutacağınız gözlere sevgi dolu bakabilin.

Sevgi, mesafelere rağmen bir ilişkiyi yürütebilmektir.
Sevgi, uzun süreli ayrılıklar olsa da kaldığınız yerden başlayabilmektir.
Sevgi, baktığınız gözlerde bulduğunuz huzurdur.
Sevgi, başınızı yasladığınız omuzda bulduğunuz güvendir.
Sevgi, tüm dunya size karşıymış gibi gelse de yanınızdakinden emin olmaktır.
Sevgi, yükünüzün altında ezildiğinizi hissettiğinizde tek bir 'alo' nun size yüklediği güçtür.
Sevgi, tüm korkularınıza rağmen tuttuğunuz elden aldığınız destektir.
Sevgi, size rağmen birinin sizi düşünmesidir.
Sevgi,  birisinin ilaçlarınızı sizden iyi takip etmesidir.
Sevgi,  telefonunu açamadığınızda komşunuzdan sizi kontrol etmesini istemesidir.
Sevgi, uzun yolculuklarda sık sık arayarak iyi olduğunuzu bilmek isteyişidir.
Sevgi, mutsuz hissettiğinizde, size neyin iyi geldiğini bilmesidir
Sevgi, sizin her halinize katlanabilme durumudur
Sevgi, birisinin her haline katlanabilme durumunuzdur
Sevgi, sessizligi paylaşabilmektir
Sevgi, konuşmadan birlikte hareket edebilmektir
Sevgi; huzurdur, güvendir, inanmaktır, kendin gibi bilmektir, deger vermektir.......

        İşte tüm bunlardan dolayı;  sevgi temelli iliskilerde insanlar,  başta canları az acıyormuş gibi hissetse de zamanla bu yangın büyür, dayanılmaz olur .... Aşklarda ise başta dayanılmaz hissedilen acı zamanla azalır......

"eski günlerin hatırına" kelimeleri kullanılmaya baslanırsa biraz silkelenmek gerek...... Lakin biten bir kitabin da son sayfasında çok kalmak tüketir, zamanı geldiyse gerçekten kitabı kapatmayı da bilmek gerekir.

Bu yazıda paylaşmak istediğim son farkedişim: Aşık iken evlilige karar vermemek gerek, sonra bal kabagina dönüşen evde şöför fare olabiliyor.....:)

Ruhunuzu tamamlayacak eşinizi bulabilmeniz, bulduysanız bir ömrü paylaşabilmeniz dileği ile mutlu kalın...








11 Şubat 2014 Salı

SAHİPLENMEK - SAHİPLENİLMEK


Yalnızlık Allah'a mahsustur lafını severim. İnancınız ne olursa olsun, hatta inanmıyor bile olsanız tüm insanların hemfikir olduğu konu, yalnızlığın çıldırtıcı yanıdır. Bu arada küçük kaçamaklar ve kendimizle baş başa kalışlarımızı kast etmiyorum elbette. Uzun süreli yalnızlıklar, mesela hiç kimseyi tanımadığınız bir yerde akşama kadar, sabaha kadar gök kubbe altında hapsolmak... size bakan samimi içten gülen bir çift göze değememek, gerçekten nasıl olduğunuz merak ederek "nasılsın?" diye soran birilerinin olmaması... Dayanılmazdır, hem de çok...

İngiltere'ye dil eğitimi için gittiğim ilk günler... dayanılmazdı. Yalnızlık gerçekten de gurbette anlaşılır. Kendini anlatamama korkusu,  paran varken yiyecek bulamamak, telefon varken kimseyi arayamamak, "özür dilemeden" bir şey soramamak.... Kalabalık bir meydanda yanının hep boş olması, kulaklarını dolduran uğultuyla içini kaplayan korku... Zordur gerçekten yalnız olmak... Kendini değersiz, kimsesiz, görünmez hissetmek...Zor.
Gerçi yaşama karşı güçlenmek de bu sınavla oluyor. Yalnızlığın korkusu ile 5 duyu organı da fazla mesai yapıyor ve dünyayı daha çok algılıyor, fark etmediklerini yaşıyor insan. Değer biliyor...

Gerçi asıl konumuz bu değildi ama olsun değinmiş olduk. Büyürken bize hep bir yere ait olma hissi öğretildi. Sahiplenme içgüdüsü desteklendi. Biz de var olan düzende bu hissi çocuklarımıza veriyoruz. Sahiplensinler istiyoruz oyuncaklarını, kitaplarını, öğretmenlerini.. hatta bizi... Sahiplensin ve hiç bırakamasınlar. Çünkü biz sahiplenmeye kodlanan bir jenerasyonuz.  Hali ile yalnız kalmaktan korkarız. Bu nedenle sahiplenir ve sahiplenilmek isteriz. Ağzımıza sakız ettiğimiz "özgürlük" kelimesini dalga geçer gibi kullanışımız bundan aslında. Özgürlük bizim yaşam şeklimize, zihin kodlarımıza uygun değil.. biliriz ama özgür-müş-üz gibi yaşadığımızı iddia etmekten de geri kalmayız.  Özgürlük ve düzen.... Siyahla beyaz kadar benzer iki kelime, kavram.. ya da her neyse...

Bizler samimiyeti severiz, dokunmayı, dedikodu etmeyi, aşık olup düzenimizi biraz bozsak da toparlanıp evlenmeyi ve tekrar düzene girmeyi severiz.  Köklerimize ters düşmeden yaşayabileceğimiz en iyi hayatı da özgürlük sayarız... Ne güzel laftır. Ayakları yere bağlı bir kuş kadar özgürüz... İşte bu biziz.. Biz bunu kabullenerek büyüdüğümüz için mutluyuz...
Çocuklarımız mutsuz olmasınlar diye bunları öğretiyoruz. Sevdiklerimiz değil sahiplendiklerimizi önemsememiz bundandır çünkü sahiplendiğimizin bizi sahiplenmesini beklemeyi hak biliriz. Ve bundan mutlu oluruz. Bunun yaşı yok, cinsiyeti yok, memleketi yok...

İnsan birlik olmak üzere yaratılmış, üremek üzere yaratılmış.. Tam da bu nokta mutlu olmak için çooookkk nedenimiz olduğunun delilidir. Yalnız hissettiğimizde bile yalnız değilizdir. Çünkü düzen bunun üzerine kurulu. Sadece zamanı gelmemiştir:)) Siz ve O hazır olduğunda sahiplen-sahiplenil süreci başlayacaktır.  Sadece birbirinize hazır olma süreci bekleniyordur...

Sevgiyle ve mutlu kalın..






9 Şubat 2014 Pazar

ALISKANLIKLAR VE VAZGEÇİŞLER


Hep yetişmek zorunda olduğumuz işlerimiz var. yapılması gerekenler hiç bitmiyor... Toplantılar, raporlar, iş programlama süreçleri, aranması gerekenler, gidilmesi gerekenler.... iş asla zamanında bitmez ve buna alışkın olanlar için çok keyif verici bir haz bırakır tüm günün yorgunluğu. Kendimizi iyi hissederiz, Dünyada nefes almaktan başka görevlerimizin olduğunu bilmek iyi gelir.

Sonra hayatlarımızda bazı adımlar atmamız gerekir, hatta bazıları için çok gönüllü olmasak da sürükleniriz.  İşimiz üzerindeki dikkatimiz biraz dağılır. Değişimin getirdiği huzursuzluğun iş hayatımıza yansıdığını hissettiğimizde hemen toparlarız. Taaaki çocuk olana kadar. İşte o zaman tüm dengeler alt-üst olur... Kimsenin söylemeye cesaret edemediklerini yaşamaya başlarız.

Önce fiziksel değişimlere alışmaya çalışırız, sonrasında eski halimize dönmek için psikolojimiz bozulur. Emzirme süresi büyüleyici olsa da neler çektiğimizi bir biz biliriz:)
 Sonra kusmuk kokusundan korunmak ve daha seri  hareket edebilmek için "değişiklik" bahanesi ile önce saclar kesilir. Bu aşamayı uzun saçla atlatabilen bayanların önünde saygıyla eğiliyorum.

Önceleri "her şeyi ile ben ilgilenirim, bakıcı istemem..." laflarını söylerken bir anda hiç alışkın olmadığımız bir şekilde;  alt değiştiren, etrafı toplamayı başaramayan, uyuyamayan, kusmuk temizleyen, gaz çıkartma sesinden mutlu olan,  adına "anne" denilen olağanüstü bir şekilde çözüm bulma gücü artan enteresan bir varlığa dönüşürüz.

Bir gülümsemeye kurban verdiğimiz günler birbirinin tekrarı olmaya başladığında, hele de etrafınızda samimiyetine güvendiğiniz ve çocuğunuzu birkaç saat bile olsa bırakabileceğiniz kimse yoksa işe dönmek  rüya gibi gelir:)
Lakin bu rüya genelde kabusa döner. (iş şartlarınız esnek değilse tabii ki...) "Ateşlendi gel, kusuyor gel, oyun evinden düştü gel..".. her an telefon çalabilir ve benzeri bir nedenle siz çıkmak zorunda kalabilirsiniz. De ki kreşe başladı, akşam evde kimse yoksa yine eve koşturmak sizin asli görevlerinizden oluyor... Bu arada iş ne oluyor... ...

Bu noktada iki seçenek beliriyor iş mi, çocuk mu?.. Aslında cevabı biliriz ve hep vazgeçişlerimiz bu soruyla başlar.

Sosyal hayat kalkar, önce sinemalar gidilemez olur, sonra tiyatro imkansızlaşır, görüştüğünüz aile sayısı azalır...İki kişi yemek yiyebilmek imkansız olur. Oldu ki çocuğu evde bıraktınız, baş başa yine O'nu konuştuğunuzu fark ettiğinizde önce güler sonra sinir olursunuz... Size ait bir şeyler olsun istersiniz ama zor maalesef.

"Çocuk da yaparım kariyer de" diyenleri sevgiyle selamlıyorum...!!!!

Hiç kayınvalidesi veya ailesi ile yakın olanları kıskanacağım gelmezdi aklıma ama öyle gerçekten.

İş hayatındaki başarı temel enerji nedeni iken vazgeçilenler listesinin başına oturuyor.. Babalar bu kadar özverili olamıyorlar. Hayatta adil olmayan çok şey var evet ama bu; bence liste başı...

Bu arada söylemeliyim ki çocuk "yaradan"ın verebileceği, tartismasiz, en güzel hediyedir.


 Sevgiyle ve başarılarla, sağlıcakla kalın.




4 Şubat 2014 Salı

KAHVE



Bir fincan kahve keyfi güzeldir. Mutlu eder insani eğer sartlar uygunsa...
Mesela kahvenin yanına çikolata ve muhabbet yakışır. Gönül iki lafin belini kırmak ister. Kendini iyi hissettirir bir dost, degerli bir arkadaş...

Dost baska birsey ama arkadaş dediğin de ozel olmalı.
Eleştirmeden dinleyebilmeli, doğru olduğuna inandığını söylemeli ama  kirici olmamalı...
Kızmamalı arayamadığınız zamana,
Hayatınızda neler olduğunu bilmediğini farkında olmalı.. Malum insanoğlu sadece izin verdigi kadarini bilir karşıdaki.
Gülümserken hesap olmamalı aklında ve gönülden sarılabilmeli ki sen de sarabilesin.

Bunları okurken isimler uçuşuyorsa kafanızda ne kadar şanslı olduğunuzu unutmayın.

O zaman hadi bir kahve keyfi için program yapalım :))

Kimseyi bulamadıysanız da üzülmeyin yanliz değilsiniz inanın. Kendinize mektup yazmayı denemenizi önerebilirim. Tahmin edemeyeceğiniz kadar iyi gelir mektubunuzu okurken kahvenizi içmek.

'Mektup dediğin başkasına yazılır' diyorsanız, çocuğunuza, ailenize, bir sevdiğinize yazin.. (Bu arada gondermek zorunda olmadan yazilan mektuplar bir nevi dertlesme yoludur >:) İsterseniz bana da yazabilirsiniz. Bayilirim mektup okumaya. Eleştirmem soz:)

3 Şubat 2014 Pazartesi

MUTLULUK


Mutlu olmak nedir diye hep sorarım kendime... Bu sorunun gereksiz bir zaman kaybı olduğunu çok sonra öğrendim. Mutlu olmak için çok neden var çünkü:) Biz zor olanı yapıyor ve kendimizi tüm çevremizle mutsuz etmeyi başarabiliyoruz. Bu soru bile başlı başına mutsuzluk nedeni aslında.

Hepimiz çocukluğumuzda yaşadığımız mutluluğu dillendirir ve geçmişi özlemle şekillenen bir tebessümle  anarız.. Aslında değişen hiçbirşey yok. Değişen sadece öğrenmişliklerimiz... Bize dikte ettirilen korkularımız. Ormanda kurda inanan kırmızı başlıklı kız, üvey annenin avcıya öldürtmek istediği pamuk prenses, kavalcının ardından yok oluşa giden fareli köyün çocukları... Hep korkmayı öğrendik, güvensizliği ve içten içe itaat etmeyi.. 

Hırsızmış gibi hissettirildik, polisle korkutulduk; öğretmene hem etimiz hem kemiğimizlet teslim edildik; camide hocadan korkmayan bir öğrenci hatırlamıyorum... 30'lu 40'lı yaşlarında olanların ortak kaderi bu sanki...Bizlere sadece korkmak öğretildi... Var mı tersini söyleyebilecek olan... 

Şimdi çocuğuma okuduğum hikayelerde görüyorum geçmişimi... Mutlu gelecek için yeni masallar yazmak gerek aslında... Oğlum korkuyu öğrenmesin şimdiden, Ona yaşamı anlatacak bizim evin halleri hikayeler anlatıyorum... Bizim evin hallerinde, sarılmak var, güven var, mutlu olmak var.. Oğlum kendini mutsuz etmeyi öğrenmesin şimdiden:)

Yeni fark edişlerde görüşmek üzere sevgiyle kalın.

FARK EDİLMEK


Bazen yanlızlığınızla vedalaşıp ona bir mezar taşı dikmek istersiniz... ama aslında en sadık arkadaşınızdır, kendinize en iyi davrandığınız zamandır. Yapmacık olmanız gerekmez, kimseyi mutlu etmek adina kendinizi beklemeye almazsınız... sadece siz ve siz..hic böyle düşünmeyiz de hep ondan nefret ederiz. Ne sarkılar ne şiirler biliriz yanlizlik üstüne beynimize kazınan ve hep taraf biliriz kacmak isteriz ama yanlizligimiz iyidir... bunu once peşinen kabul edelim, malum yanliz geldik yanliz göçeceğiz bu dünyadan.

Tam yanlızlığınızın içinde debelenirken,  kendinizle hesaplaşırken ve herkesi idama mahkum etmenin tadını yaşarken birileri fark eder de yanlızlığınız kacar ya, işte tam o an dayanılmazdır... asmaya hazırladıklarınızı ipten almak için empati yapmaya zorlarsınız kendinizi ama bu nasıl mümkün olur?... Hic sahip olamayacağınız bir hayatın içinden biri ile nasıl empati kurmanız beklenir... bunlar sadece afilli kelimelerdir derim ben.

Günlerce aç kalmanın ne demek olduğunu bilen kaç kişiyiz de açlıkla mücadeleyi konuşalım
savaşın içinde yaşanan korkuyu ne biliriz ki Suriye halkini yargılayalım
paranın hesabını yapmadan yaşayan kişilerin korkularını nasıl hissedebiliriz ki...


Kısacası; yanlızlığa sığınmışken fark edilmek bir pencerenin ardından; hiç de hoş değildir hissedilenler..
Sizi küçücük dünyanızdan çıkartıp, aldığınız nefesin bedelini ödemek zorunda bırakıldığınız bir dünyaya sürükler... hayat içinde var olma savaşı kaldığı yerden devam eder






2 Şubat 2014 Pazar

YAŞAMI ÖĞRENMEK



Yaşamı en iyi nasıl öğrenirim diye çok düşündüm... Çok okumak istedim, yetmedi... Okumak meraklandırdı, hayatı zorlayıp gezmek istedim.. Gezmek de yetmedi, yaşama bazı konularda geç kalmışlığı fark etmek üzdü.... Tekrar yaşamak istedim, o da her zaman mümkün olmadı.. Ortak öğretilerden faydalanmayı ve bununla yetinmeyi denedim...

Şimdi cevabı buldum:) Yaşamı en iyi öğrenmenin yolu bir bebeği büyürken izlemek.. Her tepkisini fark ederek takip etmek.. Ön yargılar olmadan verilen tepkilerin saflığı her defasında gören gözleri şaşırtmak için yeter. Yeni şeyler öğrenmenin hazzını tekrar hatırlatırlar; mutlu olmak için hiç bir şeye ihtiyacımız olmadığını o kadar net anlatırlar ki varoluşumuzun gerçek nedeni bir anda çıplak kalır...


Sadece görmek için bakmayı denemek kalıyor bize...


MERHABA...

Dünyanın iyice sayısal verilere dönüştüğü günümüzde, daha fazla kalem kağıtla yasama not düşmek anlamını kaybediyor... Yaşam dediğimiz şeyin aslında bizden sonrakilere bırakacağımız anılardan ibaret olduğunu fark ettiğimde dehşete düşmüştüm...

Sayılı nefesler bitince zaten yaşayacaklarımız bizde kalacak:) Dünyadaki ölümsüzlüğümüz bizi anımsayacak anılar ve notlarla tebessüm edecek yüzlerle var olacak.

İnsan iki kere ölür; birincisi son nefesini verdiğinde, diğeri kendini hatırlayan son insan öldüğünde.

Yaşama dair notlar ve yaşanmışlıklarla tekrar görüşmek üzere, sevgiyle kalın...